Doğduğum gün yanımda sadece annem ve dayım vardı. (annemin olması zorunlu bir şey sanırım yani sonuçta ondan çıkıyorum)
Babam, benden ve yeni doğum yapmış karısından yaklaşık 1822 kilometre uzaktaydı. Önemli bir işi vardı kendisinin, sanırım müdürlerden biriydi ve iki müdürden birinin orada kalması gerekiyordu, anladığım kadarıyla. Diğer müdür de o sırada tatile çıkmaya karar vermişti ve babacığım “Eşim doğuruyor senin tatilin bekleyebilir benimki çocuğu içinde tutamaz” dememişti.
Ben 33 günlükken Türkiye’ye gelmiş söylentilere göre. Aynı kaynaktan(annemden) aldığım bilgiye göre benim doğduğum gün iş yerinde baklava dağıtmış ama bu benim için bir anlam ifade etmiyor.
Babamla çok uzun zaman geçirmedim çocukluğumda. Genel olarak annem vardı. 4,5 yaşıma gelene kadar her an annemleydim. Beni iyi yetiştirebilmek için işinden feragat etmişti. Gerçek anlamda her zaman beraberdik. O tuvalete girerken ben de giriyor ve arkamı dönüyordum o kadar beraberdik. Banyo yapabildiği saatler ise uyuduğum saatler oluyormuş. (çocukken merak etmiyorsunuz bu kadın neden hiç banyo yapmıyor ama güzel kokuyor diye, büyüyünce sorup cevabı aldığımda benim için ne kadar emek verdiğini tekrardan görüp ağlamıştım, al işte şimdi de ağlıyorum)
Babam benim için 2 ayda bir gelen, beni pastaneye götüren, gezdiren bir adamdı. Disiplindiydi. Alman disiplini. Küçükken yaşadığı travmaların sebep olduğunu düşündüğüm bazı sorunları vardı. (o travmaları açacağım biraz, vakit bulunca ve canım sıkılınca) Sertti. Gene de sevecendi. Çocukları severdi(KENDİ ÇOCUKLARI HARİÇ) Öyle ki çocukluğuma dair hatırladığım ilk travmam 2 yaşındayken anasınıfı gibi ama lanet bir yerde bakıcılardan birinin annemi özlediğim ve ağladığım için beni tuvalete kilitleyip çığlıklar attırması değil babamın bir kız çocuğuyla benle kurduğu ilişkiden farklı bir sevecenlikle ilişki kurmasıydı.
Yaklaşık 10 yaşındaydım. Apartmanda yaşıyorduk. Dışarı çıkacaktık. Ayakkabımı bağlamaya çalışırken merdivenlerden birine koymuştum bir ayağımı, düğüm yapmaya çalışıyordum. Arkadan bağırdı. “Saçların merdivene değiyor, dikkat etsene lan!” Sakince saçlarımı arkaya alıp ayakkabımı bağlamaya dönmüştüm. Yan komşunun benden yaklaşık 3 yaş küçük kızı da çıktı o sırada. O da ayakkabısını bağlamak için merdivenlere geldi. Onun da saçları yere değmişti. Acaba onun da babası gelip bağıracak mı diye arkayı kolluyordum. Babam geldi. Kızın saçlarını tuttu. “Nida bak saçların merdivene değiyor, dikkat et.” Dedi ve kız ayakkabısını bağlayana kadar saçlarını tutmaya devam etti.
O gece eve döndüğümde uyumadan önce ağlamıştım. Sanırım ilk defa bir erkek yüzünden/bir insan yüzünden öyle ağlamıştım. Ondan sonra hiçbir şey yoluna girmedi zaten.
Ben ortaokuldayken Kaddafi denen bir sorun çıktı ortaya. Babam o sıralar o adamın idaresindeki ülkede çalışıyordu. Kendisi kurtarma gemileriyle ülkeye dönen insanlar arasındaydı. Ve babam titiz bir insandır. Kurtarma gemileri titiz insanlar için değildir. Tüm samimiyetimle söylüyorum bunu.
“Kurtarıldıktan” sonra iki sene boyunca işsiz kalmış bir adam hayal edin. Karısı çalışmaya devam ediyor ve eve para getiriyor ama o sadece yurt dışında görüşmelere, seminerlere gidiyor ve elinde bir şey olmuyor.
Hayatımın en kötü iki senesiydi diyebilirim. Geceleri tuvalete kalktığımda onu salondaki tekli koltukta, hiçbir şey yapmadan oturduğunu görüyordum, ışıklar kapalı bir şekilde. Bizimle yemek bile yemiyordu, dışarıya çıkıyordu geliyordu sonra saat geç olmadan. Genelde konuşmuyordu. Gülmüyordu. Her şeye karışıyordu. Her şeyi düzenli ve disiplinli istiyordu. Dolapların kapısının azıcık aralık olmasına veya kapıların minimum sesten daha fazla ses çıkararak kapatılmasına tahammül edemiyordu.
Bir keresinde gecenin ikisinde beni dünyanın en büyük suçunu işlerken yakalamıştı. Kitap okuyordum gece lambasıyla, yanda uyuyan kardeşim ışıktan rahatsız olmasın diye. O kadar dalmıştım ki ayak seslerini kapının açılma sesiyle eş zamanlı olarak duymak hatası yapmıştım. Kapı açıldı. Işığı yaktı. Bana baktı. Söylediği şeyleri buraya yazmayacağım ama sözlerden sonra yaptığı şey beni ondan nefret etmeye birkaç bin adım yaklaştırdı. Masamın üzerinde bir tane oyuncak mikroskop duruyordu. Yani profesyonel bir şey değildi ama hayali bilim adamı olmak olan bir çocuğun sahip olabileceği en güzel şeydi. Aldı onu. Neden aldığını anlamama fırsat bile vermedi. Yatağıma doğru fırlattı. Hayır korkmayın beni hedef almamıştı. Yatağın köşesine çarptı, çat diye bir ses geldi. Işığı ve kapıyı kapatıp gitti. Ayağa kalkıp acaba gerçekten bozulmuş mu diye bakmaya cesaretim yetmemişti o gece. Işığı kapatıp arkamı dönmüştüm ve ağlarken uyuyakalmıştım. Net hatırlıyorum. Sabah uyandığımda ise yaptığım kontrol beni yanıltmamıştı. Kırılmıştı mikroskobum. O evde olduğu geceler kitap okumadım o geceden sonra.
Oysa annem beni kitap kurdu yetiştirmişti. 9 aylıkmışım annem bana kitap okumaya başladığında, öyle söyleyeyim.
Anneannem ve annemin ben ve kardeşimi yetiştirmeyi beceremediğini tekrarlayıp duruyordu zaten. Onun olmasını istediği çocukların tam zıttı gibi bir şeydik sanırım. Şimdi görüyorum ki evde olup bizi yetiştirmemek onun tercihiydi. (belki daha sonra burayı açarım)
Sonra olaya ergenliğim girdi. İyice uzaklaştık. Ben herkesten uzaklaştım ama en çok ondan. Gerçek anlamda nefret ediyordum babamdan.
Olaylar dolu bir baba-kız ilişkimiz oldu. Ben onu mutlu etmek için kendimden olabildiğince feragat ediyordum. Onun hoşuna giden müzikleri dinleyip, onun siyasi görüşünü benimseyip, onun hoşuna giden yazarları okumaya çalışıp, onun hoşuna giden hobilere sahip oluyordum. Onu gülümsetince çok seviniyordum. Benimle ilgilenmesi mükemmeldi. Yurt dışında çalışıyordu ama aramız iyi olduğu zamanlar(onun istediği şeyleri yaptığım zamanlar) bazen saatlerce telefonda konuşuyorduk. O kendinden azıcık bile feragat etmedi.
Bir de şu var annem ona karşı yumuşamam için onun bizleri çok sevdiğini, belli bir yaşa gelene kadar beni uyurken izlediğini falan anlatıyordu benim için yaptıklarını falan. Bu arada babam gerçekten doğduğum gün hariç her doğum günümde istisnasız yanımdaydı. Muhtemelen pişmanlık.
Asıl olaya, muhteşem kırılma noktamıza geliyorum.
Bildiğiniz, yani şu an öğrendiğiniz üzere benim göbek bağım ODTÜ’ye gömülü. O günden beri nerede üniversite okuyacağım belliymiş. Lakin ben ve babamdan geçen en sevdiğim özelliğim olan inatçılığım buna izin vermedi. Kendi hayatımı kendi tercihlerimle kurmak istedim. Babam, ODTÜ’de bir mühendislik okumamı istiyordu. Annem mimar olmamı istiyordu. Babam okeylemişti mimarlığı hatta. 6. Sınıftayken bilgisayarımda şu mimarların kullandığı ev tasarlama programlarından biri vardı. (profesyonel) Ama benim meslek ve üniversite seçimlerim yaşım ilerledikçe değişti.
Astronotluk, bilim insanlığı, yazarlık, doktorluk, mimarlık, müzisyenlik, at yetiştiriciliği, cafe sahibi, psikologluk, danışmanlık, başbakanlık(o zamanlar başbakan denen şey hala vardı) seçeneklerim/hayallerim arasındaydı. Ömrümde sadece bir kere bir mühendisliğe ilgi duydum onun da adını çok beğenmiştim. Mekatronik mühendisliği. Sonra iyice araştırınca yanlışlıkla kabaran mühendislik aşkım söndü. İyi de oldu. Ben bilim insanı olmalıydım. Ben ODTÜ’lü değil Boğaziçili olmalıydım. Ben ne istiyorsam onu yapmalıydım. Buna karar verdim.
Babam bu kararımdan hiç memnun olmadı.
Sınav döneminde aramızda büyük bir kavga çıkarsa derslerim kötü etkilenir diye tüm kavgaları tercih dönemine ertelemiştim. Hayalimi söylüyordum ama hele bir ağustos gelsin o zaman tamamen kararlaştırırız diyordum. O galiba bunu “Tamam tabi ki senin istediğin şey olacak” olarak algılamış olmalı ki sıralamam geldiğinde ve ona yazmayı düşündüğüm yerleri sıraladığımda baya volkan patlaması eşdeğerinde bir kavgamız oldu. Tercih yaptığım gün beni aramayı bırakın, ondan sonra 2 ay boyunca benimle konuşmadı. (bu sık yaptığı bir şeydir, aile üyelerimizden biriyle kavga edince 2 3 ay hiçbirimizle iyiyim-yaşıyorum haricinde iletişimde bulunmaz)
Beni üniversiteye yerleştirmeye gelmedi. Ki o tarihler için uçak bileti almıştık-beraber seçmiştik günleri- ama gelmedi. Annemle geldim.
Buradan anneme teşekkür etmek istiyorum. Bana hem annelik hem babalık hem bfflik hem de cüzdanlık yaptın. Sen benim için çok değerlisin.
Ben İstanbul’a geldikten 2 3 hafta sonra Türkiye’ye geldiğinde, işte o günlerden birinde annem beni aradı. Sesi ağlamaklı. Ne oldu dedim. “Kızım baban dedi ki bu kızın eşyalarını evimde istemiyorum, ya o ya ben dedi” dedi. Yurdun merdivenlerinden birine çöktüm. “Annem” dedim “o senin kocan, biz evden gittiğimizde sen onunla kalacaksın. Tartışmaya girme. Eşyalarımı anneannemin evine taşı.” İçimde baya bir şeyler oluyordu ama anneme belli etmedim. Psikolojik olarak o eve ait hissedemiyordum pek fazla ama resmiyette de oradan kovulmak çok ağırdı. Aradan bir hafta geçmeden evsizdim. Anneannem, yengem, dayım ve babamın kuzeni Bilge ablam tüm samimiyeti ile bizim evimiz senin evindir diyorlardı ama evsizdim.
İşte kendimi “promiscuous” olarak tanımlayabileceğim zamanlar orada bir yerde başladı.